15-16 Haziran Ayaklanması İşçi Sınıfının Yolunu Aydınlatmaya Devam Ediyor

Kendiliğinden ayaklanma ve başkaldırılar, tarihsel deneyimin de ortaya koyduğu gibi, üç temel gerçeği ortaya koymaktadır. Birincisi nispeten uzun bir birikim sürecinin ürünü olmaları, ikincisi önceden planlanamamaları ve üçüncüsü, genel olarak bir bilinç ve örgütlülükten çok devrimci bir bilinç ve örgütlülüğe sahip olmamaları nedenleriyle bilinçli ve örgütlü ayaklanmalardan ayrılırlar. 15-16 Haziran ayaklanması bütün bu özellikleri içinde barındıran, işçi sınıfının görkemli ayaklanmalarının ilkidir. Türkiye burjuvazisi, dünya burjuvazisinin deneyimlerinden hareketle, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak gelişmesi kaçınılmaz olan işçi sınıfının ekonomik mücadelesini denetim altına alabilmek için, 1952 yılında Türk-İş’i kurdu. Türk-İş 1952 ve 63 yılları arasında kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirdiyse de sınıf içinde kapitalistlere karşı dayanışma ve mücadele bilincinin gelişimini engelleyemedi.  Sınıfta başlayan değişim, kendini en keskin biçimiyle 1963 Kavel Grevi ile ortaya koydu. Kavel Grevi’nin başarısı, birbirine eklemlenen büyüklü küçüklü grevlerle devam ederek sınıf hareketinin gelişimini tetikledi. Türkiye’de 1970’li yıllarda önemli bir güç haline gelen “sınıf sendikacılığı”nın nüveleri bu mücadelelerde oluştu. İşçi sınıfı, sadece sermayeye karşı örgütlü mücadeleyi değil, sınıfın genel çıkarları için mücadele etme gereğini de bu mücadelelerden geçerek öğrendi.

1960’lı yılların sonlarına doğru dünyadaki değişim, kapitalizmin krizi ve krizin yol açtığı, bütün dünyayı etkisi altına alan devrimci dalga, Türkiye’de de etkisini gösterdi. Toplumsal hareket, işçi grevleri, gençlik hareketi ve köylü hareketi ile birleşerek büyüdü. 15-16 Haziran ayaklanması; sınıf hareketinde, toplumsal harekette gelişen devrimci dalganın etkisi altında ortaya çıktı. 15 Haziran’da burjuvazinin, gelişen sendikal hareketin önünü kesmek üzere sendikalar yasasında yapmak istediği değişikliğe karşı işçi sınıfı DİSK’in çağrısıyla eyleme geçti.  Eylem, Türk-İş’e bağlı işçilerin, öğrencilerin ve emekçi halkın katılımıyla bir ayaklanmaya dönüştü. 150 bin işçi, iki milyon nüfuslu İstanbul’un dört bir yanından harekete geçti. Ayaklanma, mücadele alanını Kocaeli ve Sakarya’yı da içine alarak genişlemeye başladı. Eylemin bir ayaklanmaya dönüştüğünü ve yayılma eğilimi taşıdığını gören burjuvazi,  15 Haziran akşamı sıkıyönetim ilan ederek, iç savaş düzeni aldı. İstanbul’un iki yakasını birleştiren ulaşım hatları kesildi. İstanbul ve Kocaeli’nde  işçilerin muhtemel yürüyüş güzergahları üzerinde, ağır silahlarla barikatlar kuruldu. İşçi sınıfı tarihinde ilk barikat savaşlarını verdi, bir  çok barikat silaha karşı kazma, kürek ve cesaretle aşıldı. Barikat savaşlarında üç işçi öldürüldü. Ayaklanma karşısında paniğe kapılan sadece burjuvazi değildi, eylemin ayaklanmaya dönüşmesi karşısında, sendikacıların yapabildikleri tek şey, işçileri sükunete davet etmek oldu. Burjuvazinin iç savaş düzenine geçmesi, kendiliğinden hareketin  çaresizliği ve yetmezliğinin bilince çıktığı an oldu. İşçiler ilk kez birlikte olma ve mücadele etmenin gücünü gördüler ve ilk kez yetmezliklerinin farkına vardılar. İşçiler ayaklanmayı daha ileri taşıyabilecekleri donanım ve örgüte sahip değillerdi. Burjuvazinin sendika yasasını geri çektiğini açıklamasıyla, beklenmedik bir hızla başlayan ayaklanma aynı hızla geri çekildi.

15-16 Haziran, sınıf mücadelesi tarihinde kendiliğinden de olsa harekete geçirdiği kitle, yarattığı etki, taşıdığı yıkıcı devrimci enerji ile görkemli bir ayaklanma olarak yerini aldı. 15-16 Haziran ayaklanmasının Paris Komünü’yle bir  çok benzer yanı vardır. Birincisi, sınıf savaşımının esas aktörleri olan burjuvazi barikatın bir tarafında, diğer aktör proletarya ise barikatın diğer tarafındaydı. İkinci benzerlik, işçilerin hareketinin kapitalist düzene yönelmesi ve hedefe devleti koymasıydı. Üçüncü benzerlik ise devrimci partinin eksikliğiydi.

15-16 Haziran ayaklanmasının bugüne izdüşümü nedir?

Kendiliğinden ayaklanmalar, isyanlar, başkaldırılar, kapitalizmin değişmez gerçekleridir. Bu gerçeği devrimci biçimde ele almamak, kendiliğindenliğin büyüsüne kapılıp kendinden geçmemek kadar, bu eylemlerin ortaya çıkardığı devrimci enerjiyi görememek de aynı savrulmanın iki farklı yüzüdür. Kendini sınıf mücadelesi üzerinden  tarif etmeyen, sınıf mücadelesini direnmeye indirgeyen, henüz kitlelerin ayaklanmaktan uzak olduğu dönemde, tam bir karınca sabrıyla yapılması gereken devrimin o günlük rutin işleri; ajitasyon, propaganda, ve örgütlenmeyi küçümseyen, gözardı eden, gelecek fırtınaya konumlanmak yerine, fırtınayı bekleyen bir hareketin, fırtına çıktığında hazırlıklı olması mümkün değildir. Devrimci görev fırtınalı günleri beklemek değil, fırtınaya hazırlanmaktır. Devrimin güncelliğinin gereği budur.

İşçi sınıfı ayak parmaklarının ucunda yükselerek yıldızlara uzandı;

Ne var ki, yıldızlar henüz çok uzaktaydı.