‘Hayata Dönüş Operasyonu’ ve Devletin Cezaevi Politikası

‘Hayata Dönüş Operasyonu’ ve Devletin Cezaevi Politikası – Müjgan Dilik

19 Aralık 2000 tarihli ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ Türkiye tarihinde devletin tutsaklara karşı yürüttüğü en vahşice katliamlardan birisidir. Tutsakların devlet tarafından dayatılan F tipi hücre ve tecrit sistemine karşı 20 Ekim’de başlattıkları açlık grevi 19 Kasım’da ölüm orucuna dönüştü ve 19 Aralık’ta devlet tarafından yapılan saldırılarda iki asker ve 30 tutsağın ölümü ve 77 tutsağın da yaralanmasıyla sonuçlandı.

Peki, bu sürece nasıl gelinmişti? Devletin hapishaneler üzerinden uyguladığı şiddet, işkence ve ‘hizaya getirme’ politikaları hepimizin bildiği gibi devletin varlığıyla birlikte ayrılmaz bir bütün olarak süregelmiştir. E tipi cezaevlerindeki koğuş sistemi, devletin tutsakların denetlenmesi açısından yeterince faydalı ve güvenli bulmadığı bir sistemdi. Avrupa Birliği’nin de onayladığı F tipi cezaevi modeliyle tutsaklar zaten kısıtlı olan sosyal ve kültürel alanlarından uzaklaştırılacak, tam bir izolasyon ve tecrite maruz bırakılacaktı. 19 Aralık katliamı da bu bütünlüklü yapının sonuçlarından biridir. Bu katliamın birazcık öncesine gidecek olursak Eskişehir cezaevinin tekrar açılmaya çalışılmasından başlayabiliriz. Devrimci tutukluların “tabutluk” olarak nitelendirdiği Eskişehir Cezaevi açılmak istenince, tutukluların cevabı açlık grevleri ve ölüm oruçları oldu. Ölüm orucu eylemi sonunda 12 tutsak hayatını kaybetti. O dönem tutuklu ve hükümlülerin birçok talebi kabul edildi. 90’lı yılların sonunda devletin F Tipi cezaevlerine geçişte kararlı olduğu görülüyordu. Bunun için gerek içerideki gerekse dışarıdaki direncin kırılması gerekiyordu. Bu direnci kırmak için ilk plan 1999 yılında Ulucanlar Cezaevi’nde uygulandı. F Tipi Cezaevlerine karşı başlayan isyanı, devlet Ulucanlar Cezaevi’nde kanla bastırmak istedi.10 tutuklu ve hükümlü, 26 Eylül 1999 tarihinde düzenlenen operasyonda katledildi. Geride 10 ölü ve pek çok yaralı kalmıştı. Diğer tutuklu ve hükümlüler ise çeşitli cezaevlerine sevk edildi. Ulucanlar hapishane operasyonu önceden planlanmış bir katliamdı. TBMM Araştırma Komisyonu da “Katliam önceden planlandı” diyordu.” 1999 yılında iktidara gelen DSP-ANAP-MHP hükümeti, asıl saldırı planını 2000 yılı için hazırlıyordu. Devlet F Tipi cezaevine geçişte kararlı olduğunu açıkladı. Ardından başlayan açlık grevleri ve ölüm oruçları kamuoyunun ilgisini hapishanelere çekmişti. Her dönemde ve direnişte deneyimlediğimiz üzere yandaş medyanın direnişi karalama ve yalanlama kampanyaları da son hızla devam etti. Devlet ve hükümet – dönemin adalet bakanı Hikmet Sami Türk’ün de bir demeci sırasında ağzından kaçırdığı gibi – 3 ay öncesinden başlayan sıkı hazırlık ve çalışmalardan sonra hayata geçirdiği operasyonu aslında henüz açlık grevleri başlamadan planlamıştı. Bu katliam da diğerleri gibi planlanmıştı. Devlet görevlilerinin katliam sonrasında iddia ettikleri gibi mahkumların güvenlik güçlerine saldırması ve ateş etmesi sonucu başlamamıştı yani. Zaten daha sonraki adli tıp raporları devleti yalanlar nitelikteydi- Gariptir ki o zamanlar hala devleti yalanlama yetisine sahip bir kurum varmış en azından-.

Aslında süreç burada bitmemişti. Devrimci tutsaklar bu katliamın ardından F tipi hücrelere sevk edildi. Bu katliam ve uygulamalardan sonra ülkenin her yerinde artan tepkiler, tutsakların ve tutsak ailelerinin başlattığı açlık grevleri, ölüm oruçları ve daha başka protesto eylemleri artmış, buna binaen devletin gözaltı ve işkenceleri de artmıştı. “Operasyondan sonra F-tipine nakledilmeyen tutuklu ve hükümlüler, bazı cezaevlerinde hücrelere yerleştirildiler, tutuklu ve hükümlülerin bütün şahsi eşyalarına el konuldu, avukatların müvekkilleri ile görüşmeleri kısıtlandı, bazı cezaevlerinde avukatların müvekkilleriyle olan yazışmaları engellendi ve evraklarına el konuldu, tutuklu ve hükümlülerin tamamının saç ve sakalları zorla kesildi. F-tipi cezaevleri aylarca ısıtılmadı, mahkûmlara yeterince giysi verilmedi, kitap ve dergi sokulmadı.” (İzmir Barosu Bülteni, sayı 114-115). Adalet Bakanı Türk, 3 Ocak 2001 günü yaptığı açıklamada 41 cezaevinden 1118 tutuklu ve hükümlünün süresiz açlık grevi, 395 kişinin de ölüm orucu eylemini sürdürdüğünü açıkladı. Türk, Sincan F-tipi Cezaevi’nde 103 kişinin ölüm orucu, 165 kişinin süresiz açlık grevi, Edirne F-tipi Cezaevi’nde 99 kişinin ölüm orucu, 192 kişinin süresiz açlık grevi, Kocaeli F-tipi Cezaevi’nde 28 kişinin ölüm orucu, 159 kişinin süresiz açlık grevi yaptığını söyledi. Çok sayıda cezaevinde de destek açlık grevlerinin devam ettiği ifade edildi. Nakillerle birlikte özellikle F-tipi cezaevlerini protesto amaçlı her türlü eylem, basın açıklaması, miting yasaklandı. F-tipi cezaevlerini protesto gösterileri nedeniyle gözaltına alınan onlarca kişi hakkında Türk Ceza Yasası’nın 169. maddesi uyarınca “örgüte yardım ve yataklık etmek” suçlamasıyla dava açıldı. İnsan Hakları Derneği İzmir, Van, Bursa, Antep, Malatya, Konya şubeleri kapatıldı, Ankara şubesinin kapatılması istemiyle dava açıldı, İstanbul şubesi yönetici ve üyeleri hakkında da “dernekler yasasına aykırı davrandıkları” gerekçesiyle dava açıldı. Emeğin Partisi ve Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin birçok binası basıldı. F-tipi cezaevlerinin yapımının durdurulması için 16 Eylül 2000 tarihinde Galatasaray Lisesi önünde açıklama yapmak isterken tartaklanarak gözaltına alınan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) yönetici ve üyesi 26 avukata “2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası”na muhalefet ettikleri suçlamasıyla dava açıldı. Adalet Bakanlığı, açlık grevlerinin sona erdirilmesi amacıyla arabuluculuk yapan İstanbul Barosu hakkında, F-tipi cezaevlerine yönelik protestolara destek verdiği iddiasıyla fesih istemiyle soruşturma başlattı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi’nin cezaevleri operasyonuyla ilgili açıklaması nedeniyle ‘görevden alınması’ istemiyle Ankara 15. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde bir dava açıldı”. (3) Ve burada sayamadığımız daha nice baskı ve zulüm…

90’lı yılların sonu ve 2000’lerin başındaki bu tarihi kesitte yaşananlar aslında fark edersiniz ki hiç de yabancı ve uzak gelmiyor. Son dönem KHK si ile yine böyle bir sürecin içinden geçiyoruz. “İç Güvenlik Paketi” ile kolluk kuvvetlerini, kayıt dışı alıkoyma, işkence ve öldürme yetkisi ile donatmaya çalışan AKP Hükümeti, şimdi de cezaevlerinde infaz koruma memurlarına her türlü işkence ve öldürme gücünü bahşetmektedir.(1) Ortaya konan göstermelik hukuk kuralları bile devletin otoritesi ve egemenliğini korumak adına bir kenara atılmış durumdadır ve hatta artık bu zulümler yeni düzenlenen yasalara dayanarak yapılmaktadır. Devleti ve hükümeti eleştirenler, karşı eylemde bulunanlar, varlıklarıyla isyanı taşıyanlar kimliksizleştirilmeye, çarkın içine girip dişlisi olmaya zorlanmaktadır. Peki, yeni yasa vasıtasıyla hapishanelerde yapmaya çalıştıkları düzenlemeler neleri kapsıyor?

Yeni KHK kapsamında güvenlik güçlerine gerekli gördükleri acil durumlarda istedikleri silahı istedikleri şekilde kullanma yetkisi verilmiştir. Acil olan ve olmayan ayrımının muğlâklığı cezaevlerindeki günlük yaşamın tamamıyla şiddete dayanmasını meşrulaştırılmıştır. Cezaevinde “asayiş ve düzeni önemli ölçüde bozan yaygın direniş ve şiddet hareketleri veya benzeri ciddi tehlike yaratan hallerde”, kolluk kuvvetlerinin de görevlendirilmesi öngörülmüştür. Biz zaten biliyoruz ki direnişi yok etmeyi amaçlayan Devlet bu ‘gerekli görülen acil halleri’ kendi kendine yoktan var edip saldırmak için bahane yaratma alçaklığını da her fırsatta yerine getirmektedir. Cezaevi operasyonlarının yasal zeminini açıkça kuvvetlendiren bu düzenleme ile cezaevlerinde gerçekleşmiş katliamların hiçbir hesabını vermemiş olan Devlet, bugün ve gelecek için de sorumsuzluğunu açıkça ilan etmektedir. Ayrıca operasyonlarda yer alan kişilerin hiçbir şekilde isimlerinin açıklanmayacağı da buna ek olarak belirtilmiştir. Zaten şimdiye kadar çok büyük bir kısmı takip edilemeyen işkence olaylarında, işkenceciler devlete dayanarak aldıkları sınırsız yetkilerle işkenceci kimliklerini daha rahat sergileyebilme olanağı kazanmıştırlar. “23 Temmuz 2016 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 667 sayılı Olağanüstü Hal (OHAL) Kanun Hükmünde Kararnamesinin (KHK) 6. maddesinin (d) bendi, tutukluların avukatları ile görüşmelerinin sesli ve görüntülü olarak kaydedilebileceğine, bu görüşmeler sırasında görevlilerin hazır bulunabileceğine, avukat ile müvekkil arasındaki belgelere el konabileceğine ve avukat ve müvekkili arasındaki görüşmenin gün ve saat olarak sınırlandırılabileceğine hatta avukatın müvekkili ile görüşmesinin ve onu temsil etmesinin yasaklanabileceğine ilişkin bir düzenleme getirdi.” (2) Bu uygulamalar aracılığıyla tutsağın savunulma hakkı neredeyse tamamen elinden alınmaktadır. Ayrıca mahkûmların aile ve yakınlarıyla görüşmeleri kısıtlandı. Bu görüşmelerin kayıt altına alınabileceği yetkisi getirildi. Telefonla görüşme hakkı on beş günde bire indirildi. Cezaevi yönetimi ‘gerekli gördüğü hallerde’ mektup ve yayınlara el koyabilme hakkı kazandı. ‘Sakıncalı’ yayın bulunduran mahkûmlara cezaevi yönetimince ceza verilmesi yolu açıldı. ÖHD ve ÇHD’nin hazırladığı raporda muhalif basının okunmasının engellendiğini ve tutsakların odalarında yapılan aramalarda bulunan yayın ve kitaplara el konulduğu bilgisine de ulaşıyoruz. Ayrıca tutsakların kitaba ulaşma hakkı da ellerinden alındı. Tutsakların dışarıdan haber alma hakkı bu uygulamalarla engellenmektedir. Son dönemdeki darbe girişiminden sonra tutuklu sayısında oldukça artış yaşanmış, bundan dolayı da hapishanelerin doluluk oranı sınırlarını aşmıştır. Bir hapishaneden diğerine sürülen tutsaklar bu yer değiştirme işlemi sırasında keyfi olarak hiçbir mahremiyet sınırı bırakılmadan çıplak aramaya ve çeşitli işkencelere maruz kalmaktadır. Kapasitesinden fazla mahkûmun yer aldığı koğuşlarda zaten zor olan yaşam şartları iyice zorlaşmıştır. Hasta tutsakların durumu OHAL kapsamında daha da zorlaşmış, yeterli araç ve personel olmadığı gerekçesiyle gerekli sağlık işlemlerinin yapılması reddedilmektedir. Yine son dönemde dernek ve partilerin kapatılması da 19 Aralık süreciyle benzerlik göstermektedir.

Devletin hapishaneler sistemini işletmekteki amacı insan haklarına karşı işlenmiş suçların önüne geçmek, bireylerin güvenliğini sağlamak değil, kendi egemenliğine ve mülk sahibine karşı yürütülen eylemlilikleri ve düşünceleri yok etme kurgusu üzerinden işlemektedir -bunu yine ve yeniden daha çok siyasi tutsak alabilmek için devletin her zaman uyguladığı bir taktik olan adli suçluların salıverilmesi yoluyla hapishane boşaltma pratiğinde görüyoruz-. Güvenlik bahanesiyle halkın gözünde meşru kılınan bu OHAL uygulamaları aslında hepimizin güvenliğini ve güvencelerini yok etmektedir. Kabul edilemez derecede saldırgan uygulamalar herkese kabul ettirilmeye ve normalleştirilmeye çalışılmaktadır. Devletin bu zulmüne ses çıkaran muhalefet, yoğun olarak da medyasına uygulanan şiddet aracılığıyla susturulmaya çalışılmaktadır. Yandaş medya ise bu güvenlik illüzyonlarıyla gözümüzün önüne duvar örmeye çalışmaktadır. Güvenlik uğruna en sert yasaların çıkarıldığı bu dönemde hiç kimsenin güvenliği kalmamıştır. Dünya bir savaşa hazırlanmaktadır ve Türkiye de bu savaşta yerini almıştır. Ekonomi gittikçe kötüleşmekte, faturası yine emekçiye kesilmektedir. Güvenlik önlemlerinin en yoğun olduğu bu ‘en güvenlikli’ zamanda çelişkiler gittikçe tırmanmaktadır ve zaman, artık akıllı telefonlarımıza ve televizyonlarımıza gömülüp gösteriyi izleme zamanı değildir. Zaman, sokağa çıkıp Devrim ihtimalini tüm kanallarında taşıyan bu süreci kavrayıp, ona dâhil olma ve onu şekillendirmeye çalışma zamanıdır!

KAYNAKÇA
(1) http://tihv.org.tr/tbmm-gundemindeki-cezaevleri-yasa-tasarisi-yeni-hayata-donus-operasyonlarinin-hazirligi-anlamina-gelmektedir/
(2) http://bianet.org/biamag/insan-haklari/177729-ohal-ile-cezaevlerinde-hak-ihlalleri-artti
(3) https://infial.noblogs.org/post/2015/12/17/19-aralik-katliaminin-yildonumunde-belgesel-gosterimi-f-2000-19-aralik-cumartesi-1700/