Seçimler ve Demokrasi

Bir seçim sürecini daha geride bıraktık. 2013 yılının Mayıs ayından itibaren başlayan gerilim ortamı bu seçimlerin karakterini de belirlemiş oldu. Yaşanan olaylar, tapeler, kasetler, yolsuzluk iddiaları ve başka sürprizler bu seçim sürecinde yoğun olarak işlense de, hemen her seçimde karşılaştığımız şeylerdir. Yeni kavramlarla hayatımıza giren iddialar ve bunlara yönelik tepkiler bir yandan toplumsal hafızamızın ne kadar kötü durumda olduğunu da göstermektedir.

Her seçim dönemi, yeni iddialarla burjuva siyasetinin gerçeklerini insanların karşısına sermesi açısından önemlidir. Ancak yaşadığımız örgütsüzlük hali, hep bilinçlerde kötünün iyisinin destek alması şeklinde; ya da var olanın aklanması şeklinde bir kurguya neden olmaktadır.

Diğer bir gerilim noktası ise, bölgede yaşanan siyasal ve ekonomik tıkanıklığın varlığı ortamında hükümetin, aynı zamanda burjuvazinin kendi süreçlerini yönetemez hale gelmesi sonucu oluşan durumdur. Bu süreçte özellikle AKP’nin süreci iyi yönetememesi, ülke içinde ve bölgede gelişen olaylara karşı doğru adımlar atmakta başarısız olması ve bu noktadaki ısrarı burjuvazinin müdahalesini getirmiştir. ABD ve Avrupa’nın bu noktadaki rolü, dönem dönem yapmış oldukları açıklamalarla anlaşılmaktadır. Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da üstlenmiş olduğu rollerin ABD ile olan ilişkisi hesaba katıldığında, açıklamaların ciddiyeti daha da önemli hale gelmektedir.

Ancak bu müdahaleyi AKP’nin bir ihtar alması şeklinde görmek gereklidir. Burjuvazi AKP’nin kulağını çekmekle yetinmiştir. Ancak yeni bir alternatif için adımların atılacağı bir dönemdeyiz. Burjuvaziyi endişelendiren AKP’nin daha da totaliterleşmesi değil, süreci yönetebilmekteki istikrarsızlığıdır. Bu istikrarsızlık burjuva devletin kendi kendini yönetme krizini de beraberinde getirmiştir. Her ne kadar sağlam bir irade gösterildiği iddia edilse de, toplumsal çatışmayı arttıran, kontrol edilemez hale gelmesine sebep olabilecek bir süreçle karşı karşıya kalan bir burjuvazi vardır. Gözden kaçırmamamız gereken başka bir nokta ise AKP’nin toplumsal zeminidir. AKP geçen on yılı aşkın süre içinde geniş toplum kesimlerini kapsayan önemli bir mevzi tutmuştur. Kürtlerden, Alevilere, Sünnilere; işçi sınıfının en yoksul kesimlerinden küçük burjuva katmanlara kadar Türkiye tarihinde pek rastlanmamış bir etki yaratmıştır. Bunu gündelik yaşantımızda fark ediyoruz. Seçim sonuçlarında da bu durum açıkça göze çarpmaktadır. Bu gerçekliği de hesaba katarak bölgede alt-emperyalist konumunu güçlendirmek isteyen bir kapitalist ülke için, kendi sınırları dâhilindeki bu durum bir avantajı ifade etmektedir. Buna bir de savaş süreci eklenince, hükümetin uzaklaştırılması değil ama bir ihtar verilmesi muhtemeldi ve bu ihtar bir takım yollarla ve son olarak seçimlerle verilmiş oldu. Yüzde kırklarda olan oy oranından ziyade İstanbul ve Ankara’ya bakmak bu ihtarın bir boyutunu göstermektedir.

Gezi Ayaklanması ve Bölge Siyasetine Etkisi

31 Mayıs 2013 Türkiye için yeni bir dönemin kapılarının açıldığı bir gün oldu. Taksim Dayanışmasının Gezi Parkı için başlattığı kampanya parka yıkım ekiplerinin geldiği gün bir fitilin ateşleyicisi oldu. Gece boyu süren çatışmalara, kurulan barikatlara yeni insanların katılımıyla İstanbul’un geneline ve başka şehirlere sıçrayan bir patlamaya dönüştü. Yaşadığımız topraklarda -Kürtlerin yaratmış olduğu ayaklanma geleneğini bir kenara koyarsak- çok sık rastlamadığımız bu patlama siyasal yapıya ciddi etkileri olan bir ayaklanma halini almıştır.

Gezi ayaklanması ile yaşadığımız coğrafyada yeni bir sürecin önü de açılmış oldu. Artık insanların siyasal algıları artmış, sokaklar mücadele alanı olmuştur. Uzun yıllardır yaşanan suskunluk ortadan kalkmaya başlamıştır. Siyasal havadaki bu değişim, olumlu yanlarıyla beraber olumsuzluklarını da kısa zamanda göstermeye başladı. Gezi ayaklanması karakteri itibariyle dikkat edilmesi gereken bir yerde durmasına karşın, kendiliğinden gelişiminin önü açık bırakıldı ve herkes bu rüzgârdan kendi payına düşeni almaya çalıştı. Fakat süreç içinde belirleyici bir yere oturan ise ülkede yaşanan ulusalcı hava olmuştur.

Devrimcilerin ve Komünistlerin siyasal ve örgütsel etkisinin çok sınırlı olduğu bu ayaklanmada, var olan siyasal yapıların hemen hepsinin bu sürecin akıntısına kapılması da aynı zamanda bağımsız siyasal, örgütsel duruşlarının ve kitleler içindeki etkilerinin sınırını bizlere göstermiştir. O güne kadar bir ayaklanma bekleyen ve öncü olduğunu iddia eden hareketler maalesef sınıfta kalmışlardır. Burada öne çıkanlar ise ulusalcı, düzen içi akımlar ve burjuva partileri olmuştur.

Gezi ayaklanmasının arka planını büyük ölçüde AKP karşıtlığı ve bu karşıtlıktan beslenen ulusalcılık oluşturmaktadır. AKP karşıtlığı yurtseverlik için önemli bir eşiği ifade etmektedir. Çünkü AKP vatanı satmış, doğayı katletmiş, çalmış, çırpmış bir partidir. Bu nedenle AKP karşıtlığı her vatanseverin bir görevidir. Ancak bu çarpık anlayışın vardığı yer sınıf karşıtlıklarının üstünün kapanmasıdır ve düzen partilerinin bundan çıkarı olduğu kuşku götürmez.  Eğer sorun burjuva düzenin yıkılması olsaydı ve parlamento ya da belediyeler bunun yolu olsaydı; üç beş yılda bir değişen hükümetlerin burjuvazi için çalışan birer kamu kuruluşu olduğu gerçeğini yadsımamız gerekirdi.

Sol cenahta da bu ayaklanmanın rüzgârına kapılan bir takım unsurlar kendilerini sınıfa dair bütün kavramlardan uzaklaştırmış ve “halk”ın öncülüğüne soyunmuşlardır. TKP belki de bu akıntıya kapılanların başında gelmektedir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir; bu ayaklanma işçi sınıfının sınıfsal etkisiyle, örgütlenmesiyle başlayan ya da devam eden bir ayaklanma değildi. Karakteri itibariyle küçük burjuva bir zeminde durmaktadır. Bu nedenle halkın öncülüğüne soyunan yapıların aslında bu ayaklanmanın karakterini çok iyi bildiklerini ve kendi karakterleriyle uyuştuğundan, burada öne çıkma ihtiyacı hissettiklerini vurgulamak gerekiyor. Bunun en iyi örneği; “Kurtuluş savaşıyla” kazanılan değerlerin ikinci cumhuriyetle birlikte çöpe atıldığını ve ayaklanma sürecinde ikinci cumhuriyetin bu saldırılarına karşı halkın kendi değerlerini savunduğunu ve bayrağını özgürleştirdiğini savunan TKP’dir.

Bir komünist partinin görevi, burjuva toplumdaki kırılma anlarında yaşanan huzursuzluğu, dinamizmi tekrar burjuva değerlerle barıştırmak değil, tam tersi bu kırılma anlarında sınıf çıkarlarının ve karşıtlıklarının kitleler içine nüfuz etmesini sağlamak olmalıdır. Ancak yaşanan şey tam da işçi sınıfına ihanettir ve burjuvazinin ulusalcı yönelimine omuz veren bir yerde durmaktadır. Daha ilerde de döneceğiz; Dersim, Ovacıktaki seçimlerin sonucunda “demokrasi kazandı!” şeklinde bir sonuç çıkması ise olayın başka bir yönünü göstermektedir.

TKP dışında ulusal değerlere sahip çıkmak adına İşçi Partisi ve HKP’de kendilerine roller biçmiş ama İşçi Partisi burada daha fazla güç kazanan; kendisine alan yaratan parti olmuştur.

Bir Kez Daha Burjuva Demokrasisi Kazanmıştır

Bugün belki de “demokrasi” kavramı kadar anlamı çarpıtılmış ve sulandırılmış bir kavrama az rastlanılır. Burjuvazinin insanların beynine, yaşamına ve geleceğine dayattığı egemenlik anlayışının çeşitli şekillerde süslenmesiyle ortaya çıkartılan bu demokrasi kavramı, isteyerek veya istemeyerek sol cenahın içerisinde de bulunmaktadır. Toplumsal sistemin temel niteliklerinden soyutlanarak ortaya çıkan ve kullanılan bu demokrasi kavramı sınıflar mücadelesi açısından da ciddi tehlikeleri barındırmaktadır. Bir “burjuva diktatörlüğünden” başka bir şey olmayan “burjuva demokrasisi” bugün göklere çıkartılmakta ve özellikle çeşitli kesimlerce Avrupa örnek gösterilerek yüceltilmektedir. Tam anlamıyla böyle olmasa da sol cenahta da demokrasi kavramı gelişigüzel kullanılmakta ve sınıf mücadelesiyle bağları kopuk bir şekilde algılanmaktadır.

Peki, demokrasi anlayışının çarpıklığı ne gibi tehlikeleri barındırmaktadır? Bu tehlikelerden biri, kapitalist toplumda, bu toplumun iki karşıt sınıfı olan burjuvazi ve proletaryanın kardeşçe yaşayabileceği yanılgısına yol açmasıdır. Bu önemli bir konudur. Çünkü işçi sınıfının ve tüm ezilenlerin kurtuluşu, burjuva sınıf egemenliğinin ortadan kalkmasına bağlıdır. Ancak bu gerekliliği sınıflar arası uzlaşmaya kurban etmek sonsuz bir köleliğin kapılarını açmaktan başka bir işe yaramaz. Eski Yunan’da da demokrasi vardı. Ama köle sahiplerinin demokrasisi! Adı “demokratik bir cumhuriyet” olan, bununla övünülen bir dönemde köleler bu demokrasinin dışında kalmışlar ve alınıp satılmaya devam etmişlerdi. Bunun gibi birçok örneğe tarihin sayfalarında rastlayabiliriz. Bugün ise yaşanan; işçi sınıfının ve emekçilerin ücretli köleliğinden başka bir şey değildir.

İkinci bir tehlike ise, sınıf savaşlarının bir kenara itilmesiyle proletarya diktatörlüğünün, yani en demokratik bir burjuva demokrasisinden kat kat daha demokratik olan bir dönemin artık önemini yitirmesi ve bir kenara atılması tehlikesidir. Burada bazı işgüzarlar şöyle bir soruyla karşımıza çıkabilirler: Peki, proletarya diktatörlüğü de bir diktatörlükse, demokrasi bunun neresinde? Bu soru iki nedenle sorulabilir. Burjuvazinin kendi diktatörlüğünü demokrasi kavramıyla süslemesiyle ortaya çıkan sahte “diktatörlüklere karşı yaşasın demokrasi” naralarının yarattığı kavram kargaşalığı ve terk edilmek istenmeyen burjuva alışkanlıklar.   Bugün var olan demokrasi, burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir ve küçük bir azınlığın geri kalan çoğunluğun üzerindeki egemenliğine dayanır. Bugün en büyük 500 şirketin GSYİH’dan elde ettiği payı araştırdığımızda bu daha açık bir şekilde anlaşılacaktır. Komünistler ise proletarya diktatörlüğünü demokrasi kılıfı altında gizlemeye gerek duymazlar. Çünkü bugüne kadar egemenliğini var etmekte olan sınıf üzerinde diktatörlük kurmadan, sınıfsız bir dünyaya ulaşamayacaklarını bilirler. Dahası, artık burjuva bireyin ve burjuva devletin bir mülkiyeti olmaktan çıkarak tüm toplumun mülkü haline gelen üretim araçları, bu azınlığın sömürü olanakları olmaktan çıkarak çoğunluğu oluşturan işçi ve emekçilerin hizmetinde olacaktır. Ancak bu durumda bile komünistler gerçek özgürlükten bahsedemezler. Çünkü devletli toplum, tüm sınıflar ortan kalkmadıkça yaşayacak ve insanlık önünde bir ayak bağı olmaya devam edecektir. İşte proletarya diktatörlüğünün zaferi kendisiyle birlikte tüm sınıf egemenliklerini ortadan kaldırdığında gerçekleşecektir. Bu meselenin ayrıntıları başka bir yazının konusudur.

Şimdi gelelim seçimlere. Maalesef işsizliğin, yoksulluğun, kadın üzerindeki sömürünün, ulusal baskıdan kurtuluşun vb., seçimlerde mühürlenecek oy pusulasına havale edildiği bir seçim yaşadık. HDP ve TKP’nin başını çektiği bu özgürlük yürüyüşünde bu partilere verilecek her bir oy özgürlüğün tescillenmesi olacaktı. Bu tutum özellikle geride kalan bir yıl içinde yaratılan seçim havasına ve kitlelere yönelik çözümün sandıkta aranmasına dair politikalara güveni arttıran ve son dönemde siyasal algıları açılmış, yüzünü sola dönen insanları burjuva seçeneklere mahkum ederek, politik gelişimini daha en başta frenleyen bir tutumdur. AKP, CHP, TKP, BDP hemen hepsi kazandıkları seçim bölgelerinde “demokrasinin kazandığını” iddia etmişlerdir. Evet, bu konuda haklıdırlar. Çünkü bu seçim sonucu, bir komünist partisinin bile belediye alabilecek kadar demokratik bir ülkede yaşadığımızın bir kanıtıdır.(!) Bu kazanımın ardından demokrasinin kazandığının iddia edilmesi ise “burjuva demokrasisinin” bir zaferini daha göstermektedir. Komünistler seçimleri reddetmemelidir ancak bu alandaki kazanımları komünizm davası adına kullanmalıdırlar. Ancak “Gezi Ayaklanması” ile birlikte siyasette egemen olan küçük burjuva anlayışı, bu havaya kapılanları da proletaryadan uzaklaştırmış ve siyaset tarzını da bu şekilde geliştirmiştir. Tabi var olan siyasal konumlanış bu partilerde yeni çıkan bir olgu değildir. Bu partilerin de uzun zamandır içinde olduğu liberal geleneğin ve düzen içi siyaset tarzının bir sonucudur yaşananlar.

Sandığa gitmeyerek oy kullanmayan ya da boykot eden siyasal akımların da çok fazla seçenek yaratamadığı bu seçimlerde batıda, CHP-AKP, doğuda ise BDP-AKP arasında geçen seçim yarışı belirleyici oldu. Ve katılımın oldukça yüksek olduğu seçimlerde burjuva demokrasisi bir kez daha güven tazeledi. AKP karşıtlığı adına veya AKP adına zaferin sandıkta kazanılacağı algısı büyük bir çoğunluğu kapsamış bulunuyor.

Bölgede ve dünyanın geri kalanında yaşanan siyasal ve ekonomik krizin derinleştiği ve burjuva kamplar arasında çatışmanın farklı araçlarla ve boyutlarla devam ettiği bu süreçte komünistlerin hem önder bir parti yaratabilmeleri, hem de kitleler içerisinde mevzilenebilmeleri sorunu daha da yakıcı haldedir. Seçimler süreci, kitlelerin burjuva partilerine karşı güvenini bir kez daha göstermiştir. Bu güvenin ne kadar daha süreceği bilinmez ancak komünistlerin örgütlülüğü ve siyasal sürece müdahalesi bu noktada belirleyici olacaktır.