Kapitalist Sistemde Çözüm Aramak – Mustafa Özkan

Haklar ve özgürlükler mücadelesi, elbette sınıf mücadelesinin önemli bir alanıdır. Ama özellikle 12 Eylül rejiminin korku tünellerinden geçerken bu tür savaşım biçimleri mutlaklaştırılarak bir yaşam biçimi haline dönüştürülmüştür. Bilinçli veya bilinçsiz, yalnızca bu tür savaşımlar kurtuluş olarak algılanmaya başlamıştır. Sistemsel sorunlar lokal sorunların çözümüyle bitirilecek havası hakimdir şu anda savaşımı sürdürenlerin büyük bölümünde.  Oysa sistem değişmeden lokal sorunlar ancak geçici olarak çözülür veya ertelenir. Kısacası sorunlu olanları eşitlemek sorunların çözümü demek değildir.

Sosyalistlerin nihai hedefleri yalnızca eşitlikten ibaret olmamalı.

Şöyle ki:  Kadın hakları konusundaki savaşımlar elbette önemlidir. Geleneksel olarak bu mücadeleyi sosyalizm sonrasına bırakmak doğru da değildir. Ama şunu da bilmeliyiz ki kadın sorunları ne kadar çözülürse çözülsün, kadın hakları ne kadar alınırsa alınsın, hatta kadınlarla erkekler eşitlense bile kadın sorunu yine de çözülmüş olamayacaktır. Çünkü ulaşılan biçimsel eşitliğe rağmen sınıfsal yapılar aynı kalacaktır. Sonunda yoksul kadın yoksul erkekle; varsıl kadın varsıl erkekle eşit olacaktır. Bu şekliyle bakarsak kadın sorununun asıl salt bir kadın- erkek eşitsizliği sorunu değil, bu eşitsizliğin mülkiyetle ortaya çıkan bir sınıfsal eşitsizlik boyutu olduğunu daha net olarak kavrayabiliriz. Örneğin, ülkemizde çocuk yaşta zengin kızları yaşlı yoksullara gelin verilmez. Yine varsılların kızlarıyla yoksulların oğulları beşik kertmesiyle evlendirilmez. Kısacası bu eşitsizliğin de kendi arasında bir hiyerarşisi vardır. Elbette yoksul bir kadının yoksul bir erkek tarafından sömürüldüğü, bilinen bir şeydir. Bunun için savaşımlar elbette yapılmalı, bunun için var gücümüzü ortaya koymalıyız. Ama bunun sorunu çözmeye yetmediğini de bilmek zorundayız. Ayrıca bu tür lokal savaşımlar sistemde bir gedik açmak açısından önemlidir ama aynı zamanda kolaydır da. Çünkü  sömürü sisteminin özüne dokunulmadığından açılan gedikler kolayca kapatılabilir.

 Doğanın tahribi sorunu da sosyalizme ertelenecek bir sorun değildir. Hatta sosyalizmde de bütünüyle çözümlenebilecek bir sorun değildir. Ama kapitalizmin hüküm sürdüğü ortamda doğa sorununun çözüleceğini düşünmek sadece boş bir düştür. Çünkü her şeyin alınır satılır olduğu bir sistemdir kapitalizm. Kapitalist, gölgesini satamadığı ağacı keser. Ormanları yok edenlerin gerekçesi; terörist saklanıyor, düzenli ağaçlandırma yapılacak, yollar yapılacak, mobilyalar üretilecek… Suları kirletenlerin gerekçesi; arıtmalar pahalı, sanayi gelişmeli, zirai mücadele… Kısacası kapitalizm, sermaya ve kâr, doğal ortamın korunmasıyla uyuşmaz. Çünkü her ne kadar doğal felaketlerin hep birlikte yok oluşumuzu sağlayacağı varsayılsa da doğa tahribatının son kurbanları varsıllar olacaktır. Çünkü bugün nitelikli gıdaya ulaşabilmek, sağlıklı giyinmek, temiz hava solumak varsıl işidir. Doğal yaşam ortamlarını parasız kullanmanın yolları bir bir kapatılmaktadır. Köylülüğün yerini kent yoksulları almaktadır. Köyler de köy olmaktan çıkarılmakta, varlıklı insanların yaşam alanlarına dönüştürülmektedir. Öyleyse sınıfsal bilinçle bezenmeyen doğa savaşımları sıradanlaşıp bir saman alevi gibi yok olmaya mahkûmdur. Örneğin, ülkemizin çoğu yöresinde olduğu gibi Karadeniz Bölgesinde de dereleri kurtarmak için bir yığın savaşım sürdürülmektedir. Ama sonuç itibariyle bir yere evrilmeden,  genellikle de yenilgiyle sonuçlanan eylemler olarak kalmaktadır. Çünkü mücadele tekil  ve  yerel  mücadele olmaktan çıkartılarak sınıfsal bir temele oturtulup merkezileştirilemiyor. Tekil eylemler kısmı başarı sağlasa da mücadele süreklileştirilemediği için uzun vadede burjuvazi bir yolunu bulup yapacağını yapıyor. Dereler nehirlere, nehirler okyanusa, okyanus isyana dönüşemiyor. Bu durum, mücadelecilerin azmini de kırıyor. Elbette bu durumun sorumluluğu kendiliğinden mücadeleye kalkışan köylülere, kitlelere yüklenemez;  sorumluluk, devrimci mücadeleyi kitlelere taşıyamayan, kitleleri devrimci mücadeleyle birleştiremeyen sosyalist ve komünistlerindir.

 Ulusal sorunu da yarınlara erteleyemeyiz. Ulusal sorun, ülkemizde Kürt sorunu olarak karşımıza çıkmakta ve bu sorun otuz yıllık bir sorun değildir. Aslında çok daha önceki yıllardan günümüze gelen bir sorundur. Kürt sorununun burjuva düzen içinde çözülemeyeceğini yaşayarak gördük.  Teorik olarak ulusal sorunun çözümü her ne kadar burjuva demokratik sınırlar içine sığsa da, pratik olarak Kürt ulusal sorunu bu çerçeveyi çoktan aşmıştır. Gelinen noktada Kürt siyasal varlığını kabul etmek, burjuvazi açısından kendi devletini dinamitlemektir. Komünist bakış açısına göre ise durum bunun tam tersidir.  Kürt sorununun nihai siyasal çözümü,  işçi sınıfının iktidarıyla mümkündür. Bu yüzden komünistler için sorun aynı zamanda bir devrim sorunudur.

 Özellikle 12 Eylül’le birlikte Türkiye solunun giderek sınıfsal bakış açısından ve sınıf savaşımından uzaklaştığı   görülmektedir.  Bunun içindir ki eylem birlikteliklerini “Parti” sanıp çok geniş katılımlı kitle partileri oluşturduk.  Ama o partiler öyle unsurlardan oluşuyordu ki  bir uçtakiyle diğeri arasın da dağlar vardı. Bunun içindir ki bin bir zorluklarla oluşturduğumuz bu oluşumlar bir umut olma yerine umutsuzluk kaynağı oldu, likidasyona yataklık etti.  Bu likidasyon süreçlerinde onlarca deneyimli ve bilinçli devrimciyi heba ettik. Bunu, ‘bizden olmayanlarla birlikte olma’ hayallerimizden dolayı yaptık. Zaten biz sosyalistlerin sürekli ütopyaları yok mudur?.. Oysa zafere giden yol, savaşımın asli unsuru olan işçi- emekçi yığınların öncülüğünü kabul etmekten geçiyor. Ülkenin %95’ ini devrimci mücadeleye çekmenin yollarını aramak yerine,  % 5 azınlıkla birliktelikler kurarak “olmayacak duaya âmin” demeye çalıştık. Yer yer medya manşetlerinde de boy gösterdik ama boyumuzun ölçüsünü aldık. Öyle utangaçlıklarımız oldu ki sosyalim, işçi sınıfı, Kürt  sözcüklerini  bile kullanmaktan imtina ettik.

 Elbette birlikteliklerin, yan yana gelmelerin güzelliklerini de yaşadık ve bu yaşam bize çok şeyler öğretti.  Örneğin, sınıf mücadelesini ve işçi sınıfının öncülüğünü reddeden  bir yapılanmayla bir yere varılamayacağını, emekçilerin büyük çoğunluğunun özlemi olsa da birlik sözünün sihirli bir söz olmadığını, zaten ayrı olanları birleştirmeye yetmediğini pratikte bir kez daha öğrendik.  Bizler, sınıfsal söylemi ön plana aldığımızda azınlıklara hitap etmiyoruz aslında. Tam tersi çoğunluklarla kucaklaşıyoruz. 12 Eylül sonrası yaşam sosyalist hareketi büyük  bir çoğunlukla, düzen içine hapsetti. Bazı sosyalist oluşum ve birleşmeler,  gücü, geri kitlelerin geriliğinde aradı, hatta kendini düzene eklemlemeye çalıştı.  Bu yönelişin sonuçları ise belli:  Devrimci örgütlerimiz bir bir likide oldu,  en önemlisi de örgüt bilincimizi kaybettik. Bu sürecin işçi sınıfı üzerindeki etkileri daha da yıkıcı oldu; gericilik işçi sınıfı üzerine bir kâbus gibi çöktü, sınıfın kazanımlarıyla birlikte sınıf sendikacılığı yok edildi.

Bütün bu sorunların radikal (kökten) çözümü için  önümüzdeki asıl hedef;  işçi sınıfının devrimci enerjisini açığa çıkaracak , ona yön verecek, Kürt sorununu sınıf mücadelesinin bir alanı olarak gören, sınıf savaşımını örgütleme yeteneğinde olan devrimci  partiyi örgütlemek olmalıdır.  Biz Türkiyeli komünistler bu birikim ve deneyime sahibiz. Eksik olan, bu hedefi bir yaşam biçimine dönüştürecek inanç, ısrar  ve cesarettir. Bu hedefe varmak, ne kadar zorsa o kadar da zorunludur.