Kriz ve Devlet

Bölgede son üç yıldır yaşanan gelişmeler, derinleşme eğilimini koruyan ekonomik kriz, büyüyüp keskinleşen rekabet ve bunların egemen sınıf içinde yol açtığı çatışma, gelinen noktada bir yürütme krizine dönüşmüş durumda. Son dönemde birbiri ardına patlak veren rüşvet ve yolsuzluklar bu çok boyutlu çatışmanın su yüzüne çıkmış görüntüleridir.

Rüşvet ve yolsuzluk kapitalist ekonomiye içkindir ve uluslararası bir karakter taşır. Bu iki olgu, kapitalist rekabetin araçları ve sonuçlarıdırlar. Kapitalist toplumda devlet, egemen sınıf adına önemli ekonomik olanakları elinde bulundurur. Bu olanakların en önemlilerinden biri devlet bütçesidir. Kapitalist sistemde bütçe gelirlerinin büyük bir kısmını işçi ve emekçilerden alınan dolaylı, dolaysız vergiler ve harçlar oluşturur. Türkiye’de işçi ve emekçilerden alınan dolaylı, dolaysız vergilerin, bütçe gelirlerinin toplamına oranı % 80 civarındadır. Burjuvazinin kurumlar vergisi adı altında ödediği vergilerin oranı ise % 8’i geçmez. Ayrıca küçük ya da büyük bütün burjuva kesimlerin vergi kaçırdıkları, vergi vermemek için türlü yollara başvurdukları, vergi iadesi aldıkları, hemen herkes tarafından bilinen bir gerçektir.

Kısacası işçi ve emekçiler, onları baskı altında tutan, sömürülmelerinin koşullarını sağlayan ve süreklileştiren egemen sınıfın egemenliğinin aygıtı olan devletin finansmanını da kendileri üstlenirler. Devlet, işçi ve emekçilerden vergi adı altında sızdırdığı artı-değerin bir kısmıyla kendisini finanse ederken, bir kısmını da ihale, kredi adı altında egemen sınıfın üyeleri arasından dağıtır.

Devletin elinde bulundurduğu ikinci önemli ekonomik kaynak, araziler, yer altı ve yer üstü zenginlikleridir. Bu kaynakların burjuvaziye dağıtımı da, büyük bir rant kaynağının bölüşümüdür. Rüşvet ve yolsuzluk devletin elinde tuttuğu bu ve benzeri ekonomik kaynakların yeniden dağıtımının vazgeçilmez araçlarıdır. Başka bir deyişle, burjuvazinin günlük işlerini yürüten bürokrasiye, işlerini takip eden ve kolaylaştıran profesyonel burjuva politikacılarına bütün bunlar karşılığında ödediği bedellerdir.

Belki de rüşvet ve yolsuzluğun toplumsal kabulü, bu gerçeğe dayanmaktadır. Kapitalist ekonomilerin büyüme dönemlerinde burjuvazinin çeşitli grup ve fraksiyonları, devletin elinde bulundurduğu bu olanaklardan güçleri oranında yararlanırlar. Bu yararlanmanın araçları olan rüşvet ve yolsuzluk da sorunsuz işler. Ancak ekonominin daraldığı, paylaşılacak pastanın küçüldüğü dönemlerde  rekabet, savaşa dönüşür. Bu savaşın bir aracı olan rüşvet ve yolsuzluklar da bir bir ortalığa saçılır.

Bu genel belirlemelerin ışığında, bugün burjuvazi içinde sürmekte olan çatışma ele alındığında altının çizilmesi gereken en önemli husus, rüşvet ve yolsuzlukların, yaşanmakta olan çatışma ve bunun yol açtığı yürütme krizinin bir nedeni değil, onun kendini ortaya koyuş biçimlerinden biri olduğudur. Krizin gerçek nedenleri ise, kapitalist sistemde yaşanan çalkantılar ve bunların iç politikadaki etkilerinde aranmalıdır.

Söz ve Eylem’in Ocak 2014 sayısında Türkiye burjuvazisinin emperyalist hayalleri ve bu hayallerin suya düşüşü ele alınmıştı. Orada burjuvazinin Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden kurduğu emperyalist hayallerin, emperyalist güç odakları arasındaki uzlaşma ve bu uzlaşmanın bölgede yol açtığı gelişmelere bağlı olarak nasıl kursağında kaldığı, ayrıntılı olarak ele alındı. Bölgedeki emperyalist paylaşımın baş aktörü olan ABD ve İsrail açısından, AKP’nin artık güvenilir bir partner olmadığı yine bu süreçte netleşti. Aynı dönemde patlak veren Haziran başkaldırısı, AKP’nin içeride de irtifa kaybettiğinin açık belirtisi oldu. Yine bu dönemde başta ABD olmak üzere, emperyalist devletlerin, yaşanan krizi bağımlı ekonomilere ihraç etmek üzere harekete geçmesi, Türk ekonomisindeki kırılganlığı daha da arttırdı. Türkiye’nin kara parayı aklama trafiği önemli ölçüde denetim altına alındı. “Sıcak” para girişi kısıtlandı. Ekonominin son motor gücü inşaat sektörü, alarm vermeye başladı. Bunlara Dolar ve Euro’nun önlenemeyen yükselişi ve zorunlu faiz yükseltmesi eşlik edince, kavga daha da keskinleşerek bir yürütme krizine dönüştü.

Ortaya serilen rüşvet ve yolsuzluklar, yürütme krizinin gerçek nedenleri olmasalar da, krizi görünür hale getirdiler. Yürütülen rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarında şu iki “ayrıntı” dikkat çekicidir.

Birincisi, rüşvet ve yolsuzluk ağının doğrudan yürütme eliyle ve onun kontrolünde işlemesidir. AKP oniki yıllık iktidar döneminde birçok alanda olduğu gibi, devletin ekonomik olanaklarını da kendi elinde tekelleştirdi. Bu aynı zamanda rantın ( ihaleler, krediler, araziler, madenler, sular vb.) dağıtımının da tekelleşmesidir. Bu durum rantın bölüşülmesine yönelik rekabet ve çatışmayı, yürütmeyi de içinde alacak biçimde büyütmüş ve rekabet savaşını iktidar “yanlılarıyla”, iktidar “karşıtları” arasında bir savaşa dönüştürmüştür.

İkinci önemli nokta; Rüşvet ve yolsuzlukların ortalığa dökülmesinde yaşanan farklılıktır. Bugüne kadar rüşvet ve yolsuzluklar bürokrasiden çeşitli kanallarla sızdırılan belgeler üzerinden savcıların harekete geçirilmesi biçiminde sürerken, bugün bu süreç, medyanın önemli bir kısmının yürütmenin elinde tekelleşmesi, diğer kısmının ise baskı ve denetim altına alınmış olması nedeniyle doğrudan devlet, yani savcılar vasıtasıyla ve büyük bir gizlilik içinde yürütülmektedir. Bu, yaşanan krizin niteliğini ortaya koyan önemli bir noktadır. Ayrıca, sadece rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarının değil, Türkiye’nin bölgede kendine biçtiği rolün gereği olarak giriştiği gizli operasyonların ( Suriye’deki İslami gruplara silah taşıyan MİT tırları vb.) deşifre edilmesinin bizzat savcılar tarafından yürütülmesi, aynı zamanda, operasyonların uluslararası bir boyutunun olduğunu, yaşanmakta olan krizin basit bir rant kavgası, AKP – Cemaat çatışması olmadığını ortaya koymaktadır.

Kriz ve Sosyalist Hareket

Sosyalist hareketlerin gerek yaşanmakta olan krize ilişkin, gerekse krizin devletle ilişkilendirilmesindeki yaklaşımları oldukça sorunludur.

Önce şunu belirtmemiz gerekiyor: Yazının asıl konusu doğrudan devletin niteliği ve işlevi değil, yaşanan krizin devletle ilişkilendirilmesinde ortaya çıkan eğilimler ve bunların devlet sorunuyla olan bağlantılarıdır. Biz de sorunu bu çerçevede ele alacağız.

Sosyalist hareketlerin yaklaşımındaki ilk sorunlu alan, mevcut çatışmanın basitçe bir AKP – Cemaat çatışması, daha dar anlamda bir Erdoğan – Gülen çatışması olarak ele alınmasıdır. AKP  ve Cemaat’in burjuvazinin farklı fraksiyonlarını temsil ettiklerinden hareketle böyle bir çatışmadan söz etmek pekala mümkündür. Ancak çatışmaya yüklenen anlam, bu çerçeveyi aşıyor. Çatışmanın devletin ele geçirilmesi olarak ele alınması, bir “paralel devletten”  “derin devletten”  söz edilmesi, çatışmayı bir çıkar çatışması olmaktan çıkartarak, ona, devleti ele geçirmeye yönelik bir misyon yüklüyor.

Herşeyden önce Cemaati salt bir burjuva fraksiyon ya da çıkar grubu olarak nitelendirmek eksik bir yaklaşımdır. Cemaat 12 Eylülden bu yana devletin yeniden dizaynında, özellikle etkinliği azalan Kemalist ideolojinin Sünni İslam’la sentezlenerek yeniden örgütlenmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Bu özelliğiyle cemaat 1930’lu yıllarda aynı işlevi (Kemalist ideolojinin oluşturulması) farklı bir biçimde üstlenmiş olan “Kadro” hareketine benzetilebilir. Son yıllarda devletin yürüttüğü hemen bütün operasyonlarda cemaat parmağının aranılıyor olması, cemaatin devlet adına üstlendiği işlevi yerine getirdiğinin pratik kanıtıdır.

Ancak AKP-Cemaat çatışması olarak sunulan çatışmada asıl sorunlu nokta çatışmanın devletin ele geçirilmesiyle ilişkilendirilmesidir. Çatışmanın devleti ele geçirmek  olarak nitelendirilmesi, çatışan taraflar burjuva fraksiyonlar olduğuna göre, bu fraksiyonlardan birine ait devlet iktidarının, öteki tarafından ele geçirilmek istendiği anlamına gelir ki, bu da burjuvazinin kendi devletini yeniden ele geçirmesi gibi absürd bir sonuca varır. Bu yargı biçimi ne sınıf iktidarı, ne de bu iktidarın bir aracı olan devlet gerçeğiyle bağdaştırılamaz.

Devlet en basit tanımıyla egemen sınıfın – burjuvazinin-, ezilen sınıf – işçi sınıfı – üzerindeki egemenlik aygıtıdır. Egemenlik aygıtı egemen sınıfa aittir ve bu sınıfın farklı katmanları arasında bölünemez ve parçalanamaz. Egemen sınıfın egemenliğinin aygıtı olan devletin işlevi tek tek burjuvaların yada belirli burjuva kliklerin çıkarlarını savunmak değil, bir sınıf olarak burjuvazinin en genel çıkarlarını korumak ve sınıf egemenliğinin sürekliliğini sağlamaktır. Günümüzde tekellerin burjuva sınıf içinde gerek ekonomik, gerekse siyasal olarak hegemon bir konuma sahip olması, bu gerçeği değiştirmez. Burjuvazi için artı-değerin bölüşülmesindeki “adaletsizlik”, artı-değerin tümden ortadan kaldırılmasının önüne geçemez. Devletin temel işlevi de burjuvazinin tümünün çıkarı olan artı-değerin üretim koşullarının korunması ve yeniden üretilmesidir. Aralarındaki rekabete rağmen burjuvazinin tümünü birleştiren ve devleti bir sınıf devleti olarak işlevlendiren temel nokta burasıdır.

Burjuvazi içindeki rekabet ve çatışmanın  devleti aklamanın, onun sınıf karakterini gizlemenin bir aracı olarak kullanılması ilk değildir. Burjuvazi egemenlik tarihi boyunca iç çatışmasını ilericilik – gericilik, laiklik-  anti laiklik vb. biçimine büründürerek işçi ve emekçileri bu sahte kavganın tarafları durumuna getirerek egemenliğini sürdürmüştür.

Burjuvazi içindeki rekabet ve çatışmaya dayalı “ilerici – gerici, işbirlikçi – ulusalcı, faşist –faşist olmayan  ayrımı” dün olduğu gibi bugün de devrimci hareketin önemli bir zaafıdır. Burjuvazi içinde bu tarz ayırımlar ve bu ayırımlara dayalı aşamalı devrim stratejileri iktidar ve devlete ilişkin yanılsamaları beslediği gibi, sosyalist hareketi iktidar sorunundan uzaklaştırarak, mevcut burjuva demokrasinin savunusuna mahkûm ediyor. Sınıf mücadelesinde bağımsız bir sınıf siyaseti izlemeyi engelliyor.

Bugün kimi sosyalist çevrelerin “üçüncü yol” olarak tarif ettikleri demokratik devlet ya da devletin demokratikleştirilmesi, burjuvazi içinde ilerici- gerici ayırımının siyasi olarak kristalize edilmesidir. Sınıf mücadelesini mevcut düzenin sınırları içine hapseden bu yönelişin temelinde devletin sınıfsal işleviyle onun büründüğü hukuki biçim arasındaki ilişkinin kavranamaması yatıyor ki bu da, bu yaklaşımı ileri sürenlerin sınıfsal konumlarından bağımsız olarak ele alınamaz.

Devlet iktidarı egemen sınıfın yasa tanımaz iktidarıdır, egemen sınıfın ezilen sınıflar üzerindeki çıplak diktatörlüğüdür. Devlet iktidarı gücünü yasadan değil, sınıf egemenliğinden alır. Sınıflar arasındaki güç ilişkisi kurumsallaşmış bir baskı aygıtı olmaksızın sürdürülemez, yine aynı şekilde hiçbir güç ilişkisi salt baskıya dayanılarak korunamaz, sürdürülemez. Bu nedenle her baskı aygıtı işlevini yerine getirebilmek için kendini genelleştirmek zorundadır. Hukuk ve onun somut biçimi olan yasa, devlet iktidarını genelleştirmenin araçlarıdır. Devlet bu genelleştirmeyi hukuk ideolojisini devreye sokarak gerçekleştirir. Hukuk ideolojisi devletin sınıfsal karakterini, tıpkı ücret sisteminin sömürüyü maskelemesi gibi, sanki devlet iktidarının kaynağı hukukmuş görüntüsünü yaratarak maskeler. Bu görüntü temsili kurumlarla (parlamento, hükümet, belediye v.b.)  tamamlanır. Devlet bu temsili kurumları yine kuvvetler ayrılığı olarak tarif edilen hukuk ideolojisine dayanarak denetler.

Demokratik devlet ya da devletin demokratikleştirilmesi talebi, devletin sınıf karakterini örten bu mistifikasyona dayanır. Burjuva sosyalizmi, oportünizm bu mistifikasyonu demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi adı altında işçi ve emekçilere taşır. Burada bilinçli bir biçimde atlanan demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi ile devletin demokratikleştirilmesinin bir ve aynı şeyler olmadığıdır. Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi işçi ve emekçilerin kendi öz örgütlenmeleri vasıtasıyla savaşarak elde ettikleri hakların korunması ve geliştirilmesi mücadelesidir. Devletin demokratikleştirilmesi ise, devletin bir sınıf egemenliği aygıtı olduğunu gizlenmesidir. Kapitalizm koşullarında işçi ve emekçiler için demokrasinin sınırlarını belirleyen sınıflar arasındaki güç ilişkisidir. Bu ilişkide işçi sınıfı lehine her bir değişim, devletin demokratikleştiğinin değil tersine devletin sınıfsal işlevini yeterince yerine getiremediğini gösterir. Sınıflar arasındaki mevcut güç ilişkisini değiştiren bu mücadelenin işçi sınıfı lehine köklü bir değişim sağlaması ancak mevcut devlet mekanizmasının parçalanmasıyla olanaklıdır. Oportünizme yol açan işçi sınıfının hak ve özgürlükler için yürüttüğü mücadele değil, bunun devletin demokratikleştirilmesi hedefine bağlanarak yürütülmesidir.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) yaşanmakta olan krize ilişkin açıklamaları hem sosyalist hareketteki yöneliş ve yanılsamaların net bir açıklamasını, hem de KÖH’de “çözüm süreci” ile birlikte büyüyen savrulmanın boyutlarını ortaya koyuyor.  “Çözüm süreci”ndeki tıkanmanın, Sakine Cansız suikastının, Rojava’da izlenen politikanın AKP iktidarı  ile olan somut ilişkisine rağmen, bunların cemaate yüklenerek mevcut krizin en yetkili ağızlardan “darbe”, “paralel devlet” ve “lobiler”le açıklanması, krizi aynı terimlerle açıklayan Erdoğan ve AKP ile KÖH arasında zımni bir ittifakın olduğu görüntüsünü güçlendiriyor.

Sonuç olarak, hem ekonomi cephesindeki gelişmeler, hem iç ve uluslararası siyasal durum yaşanmakta olan krizin derinleşerek süreceğini gösteriyor. Erdoğan oturduğu eğik düzlemdeki kayma hızını düşürmek için elindeki bütün olanakları seferber ediyor. Bir yandan bugüne kadar yoksulluğu cehaletle birleştirerek büyük bir başarıyla büyüttüğü oy kitlesini konsolide etmeye, öte yandan da geçmişte birçok kez deneyip başardığı gibi, kendi ekseninde yeni bir ittifak oluşturmaya çabalıyor. Erdoğan karşısında konumlanmış sermaye, uluslararası sermayenin gücünü de arkasına alarak Erdoğan’ın konsolide etmeye çalıştığı kitleyi etkilemek üzere son derece dikkatli bir yıpratma politikası izliyor. Bütün bu olan bitene rağmen seçim sandığı bütün fraksiyonlarıyla burjuvazinin uzlaşma zeminini oluşturuyor. İşçi ve emekçiler bir kez daha burjuvazi arasındaki çatışmanın nesneleri haline getiriliyor. İşçi ve emekçilerin bir kısmı AKP’den kurtulmak, diğer kısmı da AKP’yı kurtarmak için sandığa çağrılıyor.

Burjuvazinin dün olduğu gibi bugün de bu oyunu başarıyla sürdürebilmesinin nedeni  kendi gücünden çok, işçi sınıfının bilinçsizliği ve örgütsüzlüğüdür.  İşçi sınıfı ne zamanki bu gerçeği kavrar ve kendini bilinçli ve örgütlü bir özne olarak var eder, işte o zaman bu demokrasi oyunu aktörleriyle birlikte tarihe gömülecektir.